Sayfalar

İzleyiciler

13 Eylül 2013 Cuma

Doğru bildiğimiz yanılgılar nelerdir?

Sağlık konusunda doğru sandığımız altı yanlış

Yeni bir tıbbi buluş veya sağlık önerisi ile karşılaşmadığımız gün yok. Ne var ki bunların pek azı titizlikle yürütülmüş, sağlam bilimsel çalışmaların ürünü. Ayrıca çoğu da birbiriyle çelişiyor. Sonuç olarak insanlar neye inanacaklarını şaşırmış durumda. New Scientist dergisi, yıllardır doğru olduğuna inandırılmış olduğumuz altı sağlık önerisini güncel bilgilerin ışığı altında yeniden değerlendirerek,
bugüne dek ne denli büyük yanılgıların kurbanı olduğumuzu gözler önüne seriyor. Doğru bildiğimiz yanılgılar şunlar: • Günde altı bardak su içmek zorunlu • Şeker çocukları hiperaktif hale getirir • Vücudumuza arada sırada detoks uygulamalıyız • Antioksidan haplar ömrü uzatır • Normalin biraz üzerindeki kilolar bile zararlıdır • Taş devri diyeti sağlıklıdır  

GÜNDE SEKİZ BARDAK SU İÇMEMİZ GEREKİR!
Hemen hemen herkes yeterli miktarda su içmediğini düşünüp kaygılanır, çünkü çok azımız düzenli olarak günde sekiz bardak su içebiliriz. Neyse ki bu önerinin doğru olmadığı yönünde güçlü bulguların ortaya çıkmasıyla, insanlar biraz rahatlamış oldu. Kimse bu sekiz-bardak-su fikrinin nereden kaynaklandığını bilmiyor. Bu konuda yegâne suçlu su şişeleme şirketleri değil; onlarca yıldır doktorlar ve sağlık örgütleri bu konuda insanların beynini yıkıyor. Büyük bir olasılıkla bu fikrin kaynağı 1945 yılında ABD Ulusal Araştırma Konseyi’nin (NRC) yetişkinlerin yiyeceklerden aldıkları her kalori için bir mililitre su içmeleri yönündeki önerisi. Bu da erkekler için günde 2.5 litre, kadınlar için ise 2 litre su anlamına geliyor. Penn State Üniversitesi’nden beslenme uzmanı Barbara Rolls, 1984 yılında yazdığı “Susuzluk” isimli kitabında, bu miktarın ılıman iklimlerde yaşayan ve hareketsiz bir yaşam süren yetişkinler için uygun olduğunu belirtmişti. Ve Rolls, 250 mililitrelik 8 bardak su içerek günde 2 litre su ihtiyacımızı karşılayabileceğimizi öne sürüyordu. Ne yazık ki pek çok insan, yediklerimizden de su aldığının farkında değil. Yiyecekler de su içerir ve kimyasal olarak karbon dioksite ve daha fazla suya dönüşür. Bu durumda kovalar dolusu ter atmıyorsanız, günde ihtiyacınız olan su miktarı yalnızca 1 veya 1.2 litredir. Kaldı ki İngiliz Sağlık Hizmetleri Kurumu günde 150 mililitrelik 8 bardak su içilmesini tavsiye ediyor. Ne kadar su içmemiz gerektiği konusunu bardak sayısına indirgemek de aslında doğru bir yaklaşım değil, çünkü saf (içme suyu) su içmemiz gerekmiyor. New Hampshire’daki Dartmouth Tıp Okulu’ndan nefrolog Heinz Valtin, kahve ve çay gibi sıvıların da insanlara ihtiyaç duydukları suyu sağladığını söylüyor (Regulatory Integrative and Comparative Physiology, vol 283, p R 993). 8-bardak-su efsanesine göre kafein içeren yiyecekler, su yerine geçmez, çünkü bu sıvılar diüretiktir (idrar söktürücü); yani vücudun aldığından daha fazla suyu kaybetmesine yol açar. Bu doğru değildir. 2000 sağlıklı yetişkin üzerinde yapılan bir çalışmada, kafein içeren içecek tüketenlerle, içme suyu içen deneklerin vücudunda su dengesi açısından bir fark bulunamadı (Journal of the American College of Nutrition, vol 19, p 591). Hatta az miktarda alkol içeren içkiler bile vücudun su ihtiyacının bir kısmını karşılayabiliyor. 8-bardak-su konusunda ısrar edenler, içme suyunun diğer içeceklerden daha iyi olduğunu savunuyor. Bu görüş bile tartışmalıdır. Zira sağlıklı bir yetişkin yeterli miktarda çay, kahve, meyve suyu gibi içecekleri tüketiyorsa, bunların üzerine bir de su içmesi kendisine bir avantaj sağlamayacaktır –tuvalete daha sık taşınmaktan başka-. Bu efsanenin bir diğer iddiası da insanların kendilerini su içmeye zorlaması gerekliliğidir, çünkü bunu savunanlar susama hissinin, vücudunun ciddi biçimde susuz kaldığına işaret ettiğine inanıyor. Ancak bu da doğru değildir. Rolls bundan 30 yıl önce insanların vücut sıvılarında belirgin bir kayıp olmadan da susayabildiklerini ortaya koymuştu. Kan yoğunluğundaki % 2 oranındaki bir artış susamamıza yetebilir. Kaldı ki vücudun ciddi biçimde susuz kalması, kan yoğunluğunun % 5’e ulaşmasından sonra ortaya çıkar. Dolayısıyla “İllaki su içmem gerek” diye kendinizi zorlamayın; vücudunuzun sesine kulak verin. Susamadıysanız litrelerce suyu midenize indirmeyin. Susadığınız zaman yalnızca canınızın istediği içeceği için.

 ŞEKER YİYEN ÇOCUKLAR YERİNDE DURAMAZ!
Bu gerçeği en iyi anne babalar bilir: çocuklara şeker verin, daha sonra duvarlara nasıl tırmandıklarını izleyin. Belki pek çok ebeveyn inanmakta zorlanacak ama şeker yemek çocukları hiperaktif yapmaz. 1996 yılında yapılan çift-kör 12 çalışmadan -kimse hangi grubun şeker, hangi grubun plasebo aldığını bilmez- bu fikri destekleyen bir sonuç alınamadı. Hatta bu sonuçlar dikkat eksiliği olan hiperaktif çocuklarda bile görülmedi (Critical Reviews in Food Science and Nutrition, vol 36, p 31). Hatta söz konusu 12 çalışmadan biri, şeker etkisinin yalnızca ebeveynlerin beyninde görüldüğünü ortaya çıkarttı. Ebeveynler ve bunların 5-7 yaşındaki şekere-karşı-duyarlı çocukları iki gruba ayrıldı. Bir grup çocuğun ebeveynlerine, çocuklarına yüksek dozda şeker verildiği söylendi; diğer gruptaki çocukların ebeveynlerine ise çocuklarına plasebo verildiği açıklandı. Aslında çocukların hepsine şeker içermeyen yiyecekler verilmişti. Ancak daha sonra ebeveynler çocuklarını oyun oynarken izlediklerinde, şeker yedirildiğini sananların çocuklarını aşırı hareketli olarak değerlendirdiği görüldü (Journal of Abnormal Child Psiychology, vol 22, p 501) Bütün bunların ışığı altında şekerin çocukların beynini etkilediği söylenebilir. Ancak bu bilinenin dışında, çok farklı bir etkilenmedir. İngiltere’deki Swansea Üniversitesi’nden psikolog David Benton, glikoz verildikten yarım saat sonra 9-11 yaşındaki çocukların ödevlerine daha iyi odaklandıklarını ve bellek testlerinden daha yüksek puanlar aldıklarını tespit etti (Biological Psychology, vol 78, p 242). Bu da hiperaktivitenin tam tersi bir tablo oluşturuyor, çünkü hiperaktif çocuklar dikkatlerini bir nokta üzerinde toplamakta zorlanırlar. Ancak bu bulgulara bakıp çocukları şekere boğmak da doğru değil. Şeker yedirilen çocuklardaki verim yüksekliği kısa sürelidir. Beyne sürekli olarak glikoz sağlayan şekersiz yiyecekler her zaman daha sağlıklıdır ve çocuğa daha uzun süre enerji sağlar. Doğum günü partilerinde şekere batmış çocukların yerinde duramaması, eğlenmeye programlanmış çocukların “azması” olarak yorumlamak daha doğrudur.
DETOKS YAPMAK VÜCUDU ZARARLI MADDELERDEN ARINDIRIR!
Zehir dolu bir dünyada yaşıyoruz. Siz bu yazıyı okuduğunuz şu anda bile kurşun soluyorsunuz. Bir sonraki öğünde doğal zehirlerden tarım ilaçlarına kadar çevreyi kirleten bir dolu zararlı maddeyi midenize indireceksiniz. Sonuçta, vücudunuz, içinde çok sayıda zararlı kimyasal barındıran bir foseptik çukuru haline gelmiş bulunuyor. Bu zararlı kimyasalların başında kanda ve idrarda bulunan ağır metaller, dioksinler, PCB’ler ve fıtalat içeren plastikler geliyor. Peki vücudumuzu bu zararlı maddelerden arındırmak için ne yapabiliriz? Bugün pek çok insana göre sorunun yanıtı detoks yaptırmak. Herkes detoksun kendilerine iyi geleceğini, vücutlarının bu yöntemle tertemiz olacağına inanıyor. Acaba bu detoks programları işe yarıyor mu? Öncelikle vücudumuzun karaciğer, böbrekler ve sindirim sistemi aracılığı ile doğal yoldan kendi kendini temizlediğini kabul etmemiz gerekir. Vücudumuza giren bu zehirli kimyasallar doğal yoldan birkaç saat içinde parçalanır ve dışarı atılır. Ancak bazı maddelerin dışarı atılması haftalar, aylar hatta yıllar sürebilir. Bu, özellikle dioksin ve PCB’ler gibi yağda çözünen maddeler için geçerlidir. Eğer bu maddeleri dışarı atma hızından daha yüksek bir hızda içeri alıyorsak, vücutta birikim yapması kaçınılmazdır. Detoks programlarının pek çoğu, bir süre yalnızca sıvı tüketmek ve katı gıdalardan uzak durmakla gerçekleştirilir. Ancak bu uygulama vücutta uzun süreden beri birikim yapmış kimyasallara etkilemez. Londra’daki Brunel Üniversitesi’nden toksikolog Andreas Kortenkamp bu konuda şöyle konuşuyor: “Yağların içinde birikmiş olan bu maddelerin yarısının temizlenmesi için altı ile 10 yıl kadar bir süre gerekir. Üstelik bu süre içinde bu maddelere kesinlikle maruz kalmamak gerekir. Doğal olarak bu olanaksızdır, çünkü bu maddelere maruz kalmayacağımız bir ortam günümüzde söz konusu değildir.” Dahası, oruç tutmak veya diyet yapmak yağda çözünen bu maddeleri vücuttan atacağına, kana karışmasına yol açar. Yapılan çalışmalardan biri, çok büyük bir hızla kilo kaybeden insanlarda organoklorinlerin ve tarımsal ilaçların kandaki düzeyinin % 25-50 oranlarında yükseldiğini ortaya koyuyor (Obesity Surgery, vol 16, p 1145). Hayvan deneylerinde ise kilo kaybı sonrasında, bu bileşimlerin kas ve beyin gibi dokulardaki düzeyinin yükseldiği görülüyor. İşin fenası bu bileşimler, kaslara ve beyne yağda olduğundan daha fazla zarar veriyor. Kanada’daki Ottowa CHEO Araştırma Enstitüsü’nden çevre sağlığı uzmanı Margareth Sears’a göre bu kimsalların yağ dokusundan kas ve beyin dokusuna geçerek yer değiştirmesi, detoks yapanların kendi ayaklarına kurşun sıkması anlamına geliyor. Ayrıca kana karışan kimyasalların vücuttan atılacağına ilişkin bir garanti de yok. Bazıları yeniden yağ dokusuna geri dönebiliyor. Fıtalat gibi vücudun hızla dışarı attığı kimyasalların düzeyi, kısa bir süre tutulan oruç yardımı ile düşürülebilir. Ancak bunun da insana bir yarar sağlayıp sağlamadığı da bilinmiyor. Yeniden yemek yemeğe geri dönüş yaptığınızda bu kimyasalların düzeyi eski haline geliyor. Sears, bu nedenle insanlara ömür boyu sürecek bir detoks öneriyor. Bunun yolu da mümkün olduğunca sağlıklı gıdalarla beslenmek ve gerek evde gerekse iş yerinde kimyasallardan uzak durmaya çalışmak. Ne var ki Kortenkamp bunun bile yarar sağlamayacağını ileri sürüyor: “Ancak kükümetlerin alacağı radikal kararlarla bu maddelere maruz kalma riski azaltılabilir. Bireysel önlemler okyanusta bir damladan başka bir şey değildir.” Bütün bunlara karşın en kestirme ve en yararlı detoks nikotin ve aşırı alkolden uzak durmaktır. İşte bu kesin fayda sağlıyor ve ömrü uzatıyor.  
ANTİOKSİDAN DESTEK HAPLARI ÖMRÜ UZATIR!

 Vücudumuzun çalışma mekanizması özetle şöyledir: Hücrelerimiz yediğimiz yiyecekleri yakar ve sonucunda serbest radikal denilen zararlı molekülleri üretir. Zamanla bu serbest radikallerin yol açtığı hasarlar birikim yapar ve çeşitli dejeneratif hastalıklar ortaya çıkar. Neyse ki antioksidan olarak görev yapan bazı kimyasallar, serbest radikalleri silip süpürür. Ayrıca antioksidan açısından zengin sebzeleri tüketmek de dejeneratif hastalık riskini azaltır. Bu durumda antioksidan desteği sağlayan haplar kullanarak vücudumuzu serbest radikallerin yarattığı hasarlardan koruyabilir miyiz? 1970’li yıllardan bu yana çok sayıda bilim insanı bu sorunun yanıtının peşinde. Nobel ödüllü kimyacı Linus Pauling bu düşüncenin etkisi altında somut kanıtları beklemeden yüksek dozda vitamin kullanımını teşvik eden bir kampanya başlattı. Sonuçta hapları kullanmaya can atan geniş bir kamuoyu oluştu ve bu taleplere yanıt vermek için dünyada yepyeni bir sanayi ortaya çıktı. Derken 1990’lı yıllarda aralarında beta keroten, E vitramini ve C vitaminin de olduğu popüler gıda desteklerinin yararları konusunda yoğun deneyler yapılmaya başlandı. Birbiri ardına yapılan deneylerden alınan sonuçlara göre bu destekler test tüpü içerisinde antioksidan etkisi yaratırken, insanlarda hiçbir etki yaratmıyordu. Hatta bazı çalışmalar bu hapların yarar sağlamadığı gibi zararlı olduğunu da ortaya çıkarttı. 2007 yılında 230.000 kişi üzerinde yürütülen 70 deneyde, antioksidan haplarının insan ömrünü uzatmadığı gibi A ve E vitamini ve beta karoten içeren hapların ölüm oranını arttırdığı görüldü (Journal of the American Medical Association, vol 297, p 842). Peki neden? Singapur Ulusal Üniversitesi’nden biyokimyacı Barry Halliwell bunun nedenini şöyle açıklıyor: “Büyük bir olasılıkla bunun nedeni, yüksek düzeyde seyreden serbest radikallerin hücrelere şu komutu vermesidir: ‘İçinizdeki yerleşik antioksidan savunmalarını hızlandırın’. Bu yerleşik savunmalar yiyeceklerden aldığımız antioksidanlardan daha etkilidir. Dolayısıyla antioksidan içeren destek hapları, yerleşik savunma mekanizmasını çalışamaz hale getirip, yerine daha zayıf bir mekanizmayı oturtuyor olabilir. Ayrıca düşük düzeyde seyreden serbest radikallerin de yararlı olduğunu biliyoruz.” (Nutrition Reviews, vol 70, p 257). Eğer bu görüş doğru ise sebzelerin antioksidanlarla hiçbir bağlantısı yoktur. Sebzelerin yararlı olmasının nedeni belki de az miktarda zehirli olmalarıdır. Az miktarda zehir, hastalıklarla mücadelede, koruyucu mekanizmaları haretete geçirir. Bu arada antioksidan haplarının yararlı olduğunu savunanlar pes etmeye niyetli gibi görünmüyor; hâlâ büyük bir israrla bu hapların yararlı olduğunu söylüyorlar.  

BİRAZ FAZLA KİLOLU OLMAK YARARLIDIR!

Öncelikle ciddi biçimde obez olmanın sağlığı olumsuz yönde etkilediği tartışma götürmez. Beden kitle endeksinin (BKE) 40’ın üzerinde olması tip 2 diyabeti, kalp hastalığını ve belirli kanser türlerini tetikler ve herhangi bir nedene bağlı ölüm riskini % 29 oranında arttırır. Bu bir efsane değil, somut bir gerçektir. Efsane olan birkaç kilo fazlalığın insanları erken yaşta mezara göndermesidir. Hyattsville’de ABD Hastalık Kontrol Merkezi’nden Katherine Flegal öncülüğünde 3 milyon kişi üzerinde yürütülen yüzden fazla deneye göre birkaç kilo fazlalık değil ömrü kısaltmak, daha uzun bir yaşama yol açıyor. Bu yılın başlarında yayımlanan raporda, BKE’nin 25 ile 29 arasında olduğu durumlarda, fazla kiloların koruyucu bir etkisi olduğu açıklanıyor. Aynı raporda bu gruba girenlerin ölüm riskinin, BKE’si 18.5 ile 25 arasında olanlara göre % 6 daha düşük olduğu belirtiliyor. Ancak VKS’si 35’in üzerinde olanlarda ise bu risk daha yüksek (JAMA, vol 399, p 71). Ancak biraz kilo fazlalığının erken ölümlere niçin yol açmadığı kesin olarak bilinmiyor. Olası açıklamalardan bazıları şöyle: • Birkaç kilo fazlalık, hastalık ve enfeksiyonla mücadelede destek sağlıyor • Sağlık kontrollerinde fazla kilolu insanlarla daha fazla ilgileniliyor. • Normal kiloda olanlar belki de hastalık nedeniyle kilo kaybetmiş olabiliyorlar. Flegal, neden ne olursa olsun çalışmalarından elde ettiği sonuçların pastalara ve tatlılara yeşil ışık olarak değerlendirilmemesi gerektiğini söylüyor.  

TAŞ DEVRİ İNSANI GİBİ YAŞAMALI VE BESLENMELİYİZ!

 Vücudumuz sürekli yatmak, TV izlemek ve şekerlemeleri mideye indirmek için evrilmedi; dağda bayırda av peşinde koşuşturmak, meyve sebze toplamak için evrildi. Taş devri efsanesine göre bizler de mağara adamları gibi yaşarsak daha sağlıklı ve uzun ömürlü olabiliriz. “Evrimsel uyuşmazlık varsayımı” olarak nitelendirilen bu varsayım, ilk kez 1985 yılında Emory Üniversitesi’nden tıp doktoru S.Boyd Eaton ve antropolog Melvin Konner tarafından ortaya atıldı. İkili, bu varsayım ile genlerimizin en azından 50.000 yıldır değişmediğini, ancak diyet ve yaşam şeklimizin tarımın 10.000 yıl önce ortaya çıkması ile birlikte çok büyük bir değişim geçirdiğini ileri sürüyordu. Diyabet, kalp hastalıkları ve kanserin bu kadar sık görülmesinin nedeni işte bu uyumsuzluktu. Eğer daha fazla egzersiz yapar, avcı-toplayıcı atalarımız gibi beslenirsek daha sağlıklı ve mutlu bir yaşantımız olabilir. Son yıllarda bu görüşlere dayanan taş devri veya “paleo” diyeti, giderek çok popüler bir hale geldi. Bu diyet kapsamında av eti, balık, meyve, sebze, fındık, fıstık yemek serbest iken tahıl, baklagiller, bitkisel yağlar, süt ürünleri, rafine şeker ve tuzdan uzak durmak gerektiği ileri sürülüyor. Bu diyetin bir kısmı bugünün bilimsel bulgularıyla uyumlu. Örneğin daha fazla egzersiz yapmak, işlenmiş gıdalardan sakınmak bugün de kabul gören doğrular. Fakat baklagillerden, süt ürünlerinden ve tahıllardan uzak durmak bilimsel bulgularla çelişiyor. Minnesota Üniversitesi’nden evrimsel biyolog Marlene Zuk, 50.000 yıl önce evrimsel açıdan bir dönüm noktasının yaşanmış olduğu iddiasını kabul etmiyor. Zuk’a göre atalarımız yaşam şekillerine tam uyum sağlamadığı halde, günümüzün insanı tarımsal diyete mükemmel uyum sağlamıştır. Örneğin pek çok insanda tahılların içinde bulunan nişastanın sindirimini kolaylaştırmak içim genlerin ekstra kopyası bulunur. Yetişkin olarak sütü sindirme yeteneği çeşitli popülasyonlarda birbirinden bağımsız olarak evrilmiştir. Paleo diyete yöneltilen bir diğer eleştiri de atalarımızın ne yediği konusunda kesin bilgiye sahip olmadığımız yönünde. Kesin olan, atalarımızın bugün yediğimiz hayvanlara ve bitkilere benzer hiçbir şeyi yememiş olmaları. Çünkü bu bitkiler ve hayvanlar yıllar boyu seçici yetiştirme sonucu büyük ölçüde değişim geçirmiştir. Bir diğer eleştiri de eski avcı-toplayıcı toplumun düşündüğümüz kadar sağlıklı olmadıkları yönünde
(The lancet, vol 381, p 1211).. Reyhan Oksay

Kaynak: New Scientist, 24 Ağustos 2013


Son haberler.Spor, Finans, Kültür Sanat Magazin, Ekonomi, Dış Haberler, Politika Haberleri

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen beğendiğiniz konulara yorumlar yazarak, diğer kullanıcıların takip etmesinde yarar sağlayınız
Hürriyet gazetesi, Milliyet gazetesi, Sabah Gazetesi, Posta gazetesi, Posta gazetesi, Habertürk gazetesi, Zaman gazetesi, Vatan gazetesi, Taraf Gazetesi, Radikal gazetesi, Cumhuriyet gazetesi, Türkiye gazetesi, Akşam gazetesi, Star gazetesi, Bugün gazetesi, Takvim gazetesi,Sözcü gazetesi, Yeni Şafak gazetesi, Aydınlık gazetesi, Yeniakit gazetesi, İnternetspor gazetesi, Fanatik gazetesi, Yurt gazetesi, Dünya Gazetesi
Meteoroloji,Hava Durumu,Hava Tahmini