Sayfalar

İzleyiciler

20 Ekim 2011 Perşembe

Kuzey Afrika'da ilginç bir lider Muammer Kaddafi

Kuzey Afrika'da ilginç bir lider

Libya'da bugün öldürülen Muammer Kaddafi, Afrika ülkeleri ve Arap dünyasında en uzun süre iktidarda kalan liderlerden biriydi.
Kaddafi, 1969 yılında Kral İdris'i kansız bir darbeyle devirip iktidara

Kaddafi öldürüldü, oğlu yakalandıgeldiğinde sadece 27 yaşında genç bir subaydı. Afrika'nın ve Dünya'nın en ilginç liderlerinden birisi olan Kaddafi ilginç giyimi ve lüks yaşamıyla dikkat çekiyordu. Eylül 2009'da Kaddafi BM Genel Kurulu'ndaki ilk konuşması için ilk kez ABD'ye gitti. 15 dakika konuşması gerekiyordu, ama 1,5 saati aştı. BM Sözleşmesini yırttı, Güvenlik Konseyi'ni El Kaide benzeri bir terörist grup olmakla suçladı ve daha önceki sömürgeci yönetimlerin Afrika ülkelerine 7,7 trilyon dolar tazminat ödemesini istedi.


Kaddafi sonrası kutlama







Ulusal Geçiş Konseyi'nden bir üst düzey askeri yetkili, bugün Sirte'de ele geçirilen Kaddafi'nin aldığı ağır yaralar nedeniyle öldüğünü söyledi.



Kaddafi, 1969 yılında Kral İdris'i kansız bir darbeyle devirip iktidara geldiğinde sadece 27 yaşında genç bir subaydı. Muhaliflerine göz açtırmayan Albay Kaddafi, petrol zengini çöl ülkesinde tam 42 yıl boyunca kontrolü elinde tutmayı başardı.

This image has been resized.Click to view original image


Kaddafi, iktidarı ele geçirdikten sonra Arap milliyetçisi ve İslam dininin ışığında emperyalizm karşıtı bir politika uygulamaya başladı. Libya'da küçük şirketlere izin verilirken, büyük çaplı şirketlerin sahibi devletti.
Gençliğinde Mısır lideri ve Arap milliyetçisi Cemal Abdül Nasır'a hayranlık besleyen Kaddafi, Libya, Suriye ve Mısır'ın bir federasyon çatısı altında birleşmesini istemişti.




This image has been resized.Click to view original image



İnsan hakları örgütleri, muhaliflerine baskı uygulamasıyla bilinen Kaddafi yönetiminin çok sayıda muhalifi cezaevlerine gönderdiğini ve bir kısımını da idam ettiğini belirtiyor. Ebu Salim cezaevinde binlerce mahkumun bulunduğu, bir keresinde 1200 mahkumun sadece 3 saat içerisinde asıldığı iddia edilmişti.

This image has been resized.Click to view original image





Kaddafi, 1978 yılında Mısır ile İsrail arasındaki Camp David anlaşmasına karşı Arap muhalefetinin örgütlenmesinde de önemli rol oynadı. Daha sonra, İsrail-Filistin çatışmasının nasıl çözüleceği konusundaki aşırı görüşleri nedeniyle bazı Arap ülkeleri tarafından dışlanan Kaddafi, dış politikasını Arap ülkelerinden Afrika'ya doğru değiştirdi.



This image has been resized.Click to view original image


Tuhaf davranışlarıyla ve giyim tarzıyla tanınan Kaddafi, yurt dışı seyahatlerinde çok sayıda kadın asker tarafından korunan bir Bedevi çadırında kalıyordu. Eylül 2009'da Kaddafi BM Genel Kurulu'ndaki ilk konuşması için ilk kez ABD'ye gitti. 15 dakika konuşması gerekiyordu, ama 1,5 saati aştı. BM Sözleşmesini yırttı, Güvenlik Konseyi'ni El Kaide benzeri bir terörist grup olmakla suçladı ve daha önceki sömürgeci yönetimlerin Afrika ülkelerine 7,7 trilyon dolar tazminat ödemesini istedi.

This image has been resized.Click to view original image


Kaddafi, Pan Am şirketine ait bir yolcu uçağının 1988 yılında İskoçya'nın Lockerbie kasabası üzerindeyken düşürülmesi nedeniyle uluslararası camia tarafından yıllar boyu dışlandı. 270 kişinin öldüğü olayla ilgili sorumluluğu kabul etmeyen Kaddafi, sonunda Libya'nın olayla ilgisini ve kurbanların her birinin ailesine 10 milyon dolar ödemeyi kabul etti. Kaddafi aynı zamanda ülkesindeki tüm kitle imha silahlarını kaldıracağını da taahhüt etti.





Şubat ayında Bingazi'de kendi iktidarına karşı başlayan ayaklanmanın ardından, göstericileri tek tek yakalayacağına dair söz verdi. Bu konuşması, ülkedeki isyanı ateşledi.



Alıntı:
Kaddafi’den “Anti-Emperyalist” Bir Kahraman Yaratmak

Libya’da patlak veren son halk ayaklanması ve sonrasında yaşanan iç savaş, sosyalist cenahtaki kafaları fena halde karıştırmışa benziyor. Son iki aydır Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki gelişmeler üzerine onlarca yazı yayınlayan kimi sosyalist çevreler, konu Libya’ya gelince derin bir “sessizliğe” bürünüyor. Kuşkusuz bu durumun pek çok nedeni var.
Ne yazık ki Libya, sosyalist solun bugüne kadar yeterince ilgi göstermediği bir ülke. Türkiye’de kendisini sosyalist olarak tanımlayan pek çok çevre için, Libya sadece “Kaddafi” ve “Yeşil Kitap” fenomenlerinden ibaret. Libya, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye ya da Cumhuriyet sonrası dönemde, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinin ilgisini çekmemiş; bu ülkenin siyasi-iktisadi yapısı üzerine kapsamlı bilimsel-Marksist araştırmalar yapılmamıştır. Dolayısıyla, Libya ve Kaddafi konusundaki “cehalet” göz ardı edilerek, Türkiye sosyalist hareketinin bu ülkede yaşanan süreci kavramadaki yetersizliği anlaşılamaz.
Kaddafi’nin Yükselişi ve Çöküşü
Bir “soğuk savaş ürünü” olan Kaddafi’nin kurmuş olduğu siyasi rejimin ana karakteri, kuşkusuz baştan sona zorbalık, yolsuzluk, sömürü ve korku üzerine kuruluydu. Yani, Kaddafi rejimi dünya üzerinde eşi benzeri az görülecek tipte bir diktatörlüktü. İlk bakışta Kaddafi’nin Libya’sı, kendisini “emperyalizme karşı konumlandıran” bir ülke gibi görünse de, bu zorba rejim, küresel kapitalist sistemin yerel bir diktatör aracılığıyla kurmuş olduğu tarihsel ilişkiler ağı sayesinde bugüne kadar ayakta kalmayı başardı. Başka bir deyişle, Kaddafi’nin rejimi gücünü kendi halkından değil, esas olarak ona ihtiyaç duyan iki kutuplu dünya sisteminden almaktaydı.
Dünyanın bir tarafta ABD emperyalizmi, öte tarafta Sovyet bürokrasisi biçiminde kutuplaştığı Soğuk Savaş yıllarında, “iki süper güç” arasında yürüttüğü kıvrak siyaset, Kaddafi’ye büyük bir manevra alanı sağlamakla kalmadı, aynı zaman da bu durum, Kaddafi’nin kendisini dünya soluna “sosyalist” bir lider olarak sunmak için ihtiyaç duyduğu politik-psikolojik ortamı da sağladı. Kaddafi siyasi felsefesini 1970′li yıllarda yazdığı “Yeşil Kitap” ile ortaya koydu. O, bu kitapta, İslam’ın bazı ilkelerini de barındıracak şekilde hem sosyalizme hem de kapitalizme “alternatifler” sunduğunu iddia etmişti. Soğuk Savaş döneminde “Bağlantısızlar Hareketi”nin önde gelen “sosyalist” liderlerinden biri olarak sık sık solun gündemine gelen Kaddafi’nin, Pablocu kanattan bile takipçisi oldu [1].
Kaddafi’nin sosyalist cenahtan dostlarının iddiasına göre, o emperyalizme karşı savaşan “anti-emperyalist solun” en önemli temsilcilerinden biriydi. Fakat Kaddafi tipindeki Afrika ve Ortadoğu diktatörlerini “anti-emperyalist” bir şemsiye etrafında toplamaya çalışanların foyası kısa süre sonra ortaya çıktı. Bütün bu “sosyalist” diktatörler, 1970’lerde başlayan küreselleşme sürecinin maddi-ekonomik sonuçları nedeniyle, çöken bürokratik-totaliter diktatörlüklerin yıkılışına paralel olarak, hızla emperyalist sistemle bütünleştiler. Başka bir deyişle, ulusal korumacı dönem, bu türden “sosyalist” diktatörlerin emperyalist sistemle bütünleşmesini geciktirirken, küreselleşme süreci ise tam tersine, onların emperyalist sistem ile bütünleşmesini daha da hızlandırdı.
Hele ki son on yıldır ve halk ayaklanması başlamadan birkaç hafta öncesine kadar emperyalistler ve Kaddafi arasından su sızmıyordu. Kaddafi, hiçbir şekilde terörizmi desteklemediğini ve tek hedefinin küresel kapitalist sistemle bütünleşmek ve ülkesini uluslararası pazara açmak olduğunu yineliyordu. Libya ile emperyalist ülkeler arasındaki karlı anlaşmalar birbirini izliyordu.
Eğer Libya’daki halk ayaklanması ve sonrasındaki iç savaş durumu ortaya çıkmasaydı, Kaddafi’nin emperyalist sistemle bugün yaşadığı sürtüşme büyük ihtimalle gerçekleşmeyecekti. Bu yüzdendir ki, son on yılda emperyalizmle “dostça ilişkiler” kurmaya özen göstermiş olan Kaddafi’den, anti-emperyalist bir lider figürü çıkartmaya kalkışmak, anti-kapitalist mücadelenin içini boşaltmaya dönük bir girişimdir.
Türkiye’nin konumu
Ulus devletlerin koruması altında gerçekleşen sermaye birikimi modelinin çökmesiyle ve artı değer üretiminin ulusal sınırları hatta kıtaları aşacak biçimde örgütlenmesiyle (küreselleşmeyle) birlikte, yalnızca “ulusal bağımsızlık” ve “anti-emperyalizm” adına bu diktatörlüklere atfedilen sözüm ona “ilerici” misyon iflas etmedi. Küreselleşme adını verdiğimiz bu süreçte, Türkiye gibi geleneksel olarak Batı’nın yanında yer alan ülkelerin “bölgesel güç” olarak yükselmesine ilişkin yaygın bir kafa karışıklığı da doğdu.
Türkiye’nin Stalinist ve ulusalcı totaliter diktatörlüklerin ardı ardına çöküşüne paralel biçimde, uluslararası alanda bugüne kadar görülmemiş biçimde aktif bir rol oynamaya başlaması, onun, kimi sosyalist çevrelerce, “alt-emperyalist” konumuna yerleştirilmesine yol açtı. “Alt emperyalist” tanımının net biçimde yapılmamış olması ise Türkiye’nin Somali’den Afganistan’a, oradan Libya’ya kadar emperyalist müdahalelere dahil olması ile örneğin, Belçika, Hollanda, İsveç, Norveç vb. devletlerin katılımı arasındaki farkı ortadan kaldırıyor.
Bu yaklaşıma göre, tekelci Türkiye burjuvazisinin “2001 Ekimi’nde Afganistan’a; 2003 Martı’nda Kuzey Irak’a; 2003 Ekimi’nde Irak’a; 2006 Haziranı’nda Kongo’ya; 2006 Eylülü’nde Lübnan’a -ki uzatılarak geçerliliği devam etmektedir; 2009 Şubatı’nda Somali karasularına; 2011 Martı’nda ise Libya’ya” yönelik emperyalist müdahalelere dahil olmasının ardında, “alt-emperyalist bir güç olarak bölgesinde etkili bir özne olmak” kaygısı yatıyor.[2].
Oysa, bir örneğini Marksist Bakış’ta gördüğümüz “alt-emperyalist” tanımlaması, Türkiye’nin emperyalist bir ülke olmadığı gerçeğinin göz ardı edilmesine yol açmaktadır. Türkiye burjuvazisi, sermaye ve teknoloji ihraç etmek bir yana, emperyalist ülkelerden teknoloji ve sermaye ithal eden bir ülke konumundadır. Henüz ileri teknoloji üretebilir duruma gelmemiş olan ve kendisi emperyalizme göbekten bağımlı durumdaki bir ülkenin emperyalist (ya da alt-emperyalist) olarak tanımlanması olanaklı değildir. Türkiye burjuvazisi bu haliyle ancak küresel sermayenin, bulunduğumuz bölgeye ve dünyaya “istikrar sağlama” misyonuna siyasi-askeri açıdan koşulsuz destek veren taşeron bir sınıf olabilirdi ki öyle de oldu.
Bu durum, Türkiye burjuvazisinin kimi kesimlerinin ve onların siyasi temsilcilerinin “emperyalist” hayaller kurmalarını, elbette engellemez. Okurlarımıza, bu kesimlerin, Stalinist diktatörlüklerin çökmesinin ardından “büyük Türk dünyası”nı kurma uğruna Balkanlar’da, Kafkasya’da ve Orta Asya’da attıkları her adımın nasıl bir hüsranla sonuçlandığını anımsatmak isteriz. Bütün bu başarısızlıkların ardında şu ya da bu askeri ya da diplomatik “hata” değil ama çok daha güçlü tarihsel-ekonomik bir neden yatıyordu: Kapitalist gelişmenin görece alt basamaklarında olma; yani, yetersiz sermaye birikimi!
Kendi devletinin sınırları içindeki egemenliğini küresel sermaye akışı sayesinde sürdürebilen Türkiye burjuvazisi, birkaç başarısız girişimin ardından, gerçek gücünü / güçsüzlüğünü fark etti. Onun bölgesel bir güç olarak yükselmesinin tek yolu, küresel sermaye için daha “çekici” bir ülke yaratmaktı. Bir başka deyişle, Türkiye burjuvazisi ve devleti kendi çıkarlarını küresel sermayeninkilerle olabildiğince örtüştürmek ve başlıca emperyalist devletlerin bölgesel planlarında daha aktif biçimde yer almak zorundaydı.
Bir kez daha vurgulayalım ki, Türkiye burjuvazisinin ve devletinin ABD emperyalizmi önderliğinde gerçekleşen emperyalist müdahalelere katılımı ile -örneğin- İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, İsveç vb. emperyalist ülkelerin katılımı arasında niteliksel bir fark var: Bütün bu ileri kapitalist ülkeler, söz konusu müdahalelere “kendi sermayeleri ile ve onu arttırmak için katılırken, Türkiye, küresel / emperyalist sermaye ile ve onun adına dahil olmaktadır (Polonya, Macaristan, Gürcistan vb. pek çok Doğu Avrupa ve Kafkasya ülkesi de aynı şeyi yapıyor; bu durumda onlara da mı emperyalist ya da “alt emperyalist” diyeceğiz). Bu katılımdan, kuşkusuz, Türkiye burjuvazisi ve devleti de bir şeyler kazanıyor. Ama bu, asıl yatırımcının karından çok, onun aldığı işin bir bölümünü büyük ölçüde yine ondan aldığı ön ödemelerle (sermayeyle) daha ucuza yapan bir taşeronun kazancına benzer. Biz, bu yüzden, Türkiye burjuvazisinin ve devletinin konumunu, küresel sermayenin bölgesel taşeronu olarak ifade etmenin daha uygun olduğunu düşünüyoruz.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da Önderlik Krizi
Bölgede tansiyonun yükselmesine neden olan halk ayaklanmaları, ilk bakışta emperyalistleri şaşkına çevirmiş gibi gözükse de, şimdilerde emperyalist güçler bu gelişmeleri kendi lehlerine çevirmeye çalışmaktadır. Başka bir deyişle, emperyalizmin Libya seferinin arkasında Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu kasıp kavuran halk ayaklanmalarını kontrol altına alma isteği yatmaktadır.
Tunus’ta ve Mısır’da yaşanan manipülasyonların ardından NATO öncülüğünde Libya’da gerçekleştirilen emperyalist askeri müdahale, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki kitlesel isyanların geleceğini derinden etkileyecektir. Emperyalist güçlerin Libya’daki askeri operasyonu, bölgenin geneline yayılan halk ayaklanmalarının önünü kesmeye yönelik çabalarının bir parçası olmakla birlikte, yakın geçmişteki sömürge konumlarından dolayı, başta Araplar olmak üzere bölgedeki geniş yoksul kitleler içinde tam tersi etkiler de yaratabilir.
Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da, Bahreyn’de, Yemen’de, Cezayir’de, Suriye’de v.b. pek çok Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkesinde emekçi kitleler, kendilerini yoksulluğa, yolsuzluğa ve baskıya mahkûm etmiş olan diktatörlük rejimlerine başkaldırmaya devam ediyor. Onların özlemlerinin gerçekleşmesi için, hem emperyalist devletlerin yerel uşaklarının manipülatif komplolarına hem de sözde ulusalcı küçük burjuva önderliklerin “anti-emperyalist” demagojilerine kararlılıkla karşı durmak şart.
Bunu başarabilecek olan öncü Marksist partiler ve onları zafere taşıyacak olan kitlesel özörgütlenmeler ise bu ülkelerde henüz tarih sahnesine çıkmış değiller. Bu durumu tersine çevirmek için, öncelikle net bir tarihsel perspektife sahip olmak gerek. Bu, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarına aykırı ve ona düşman olan Stalinist, Pablocu, merkezci, reformist, gerillacı, sendikalist ve ulusal kurtuluşçu v.b. hareketlerin sosyalist işçi hareketine vermiş oldukları zararları asla unutmamak demektir. Sosyalist dünya devrimine giden yol, Kaddafi örneğinde olduğu gibi, bütün bu “sosyalist” görünümlü düzen içi hareketlerle hesaplaşmaktan geçer.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da ortaya çıkan sömürgecilik karşıtı ulusal kurtuluşçu hareketlerin önderliğinde kurulan rejimlerin tamamı, yıllar boyunca kendi işçi sınıflarını ezdi; nihayet, söz konusu ülke ekonomilerini emperyalist tekellerin yağmasına açan liberal politikaların kararlı uygulayıcıları haline dönüştü. İki kutuplu dünya düzeni içersinde, kendilerini “sosyalist” olarak sunan her türden ulusal kurtuluşçu hareket, bugün emperyalizm ile işbirliği yapma noktasına geldi. Ne Suriye’de Baasçılık, ne Filistin’de FKÖ, ne Libya’da Kaddafi’nin “Yeşil Devrim”i, ne Ceyazir’de FLN… Bunların hiç biri emperyalizmden gerçek manada anti-kapitalist bir kopuş gerçekleştirememiş, tam tersine bu hareketlerin tamamı, uzun yıllar boyunca savundukları ulusal korumacı programları zaman içinde terk ederek, hızla emperyalizmin safına geçmiştir. Bu yüzdendir ki, uluslararası işçi sınıfı ve Marksist hareket bütün bu gerçekleri göz ardı ederek ilerleyişine devam edemez.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu, uzunca süredir, dünya çapında sınıf mücadelesinin kilit merkezleri durumuna geldi. Bu mücadelelerin, uluslararası işçi sınıfı açısından devrimci bir sonuç elde edebilmesi ancak bu ülkelerde diktatörlüklere karşı ayağa kalmış olan emekçi kitlelerin Leninist demokratik merkeziyetçi bir dünya partisi etrafında bir araya gelmesiyle ve başta emperyalist ülkeler olmak üzere uluslar arası işçi sınıfının eylemli desteğini almasıyla mümkündür. Uluslararası işçi sınıfının önderlik krizi çözülmediği müddetçe, bugün Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da, yarın her hangi bir başka bölgede gerçekleşebilecek olan devrimci durumlar emperyalist güçler tarafından gasp edilmekten kurtulamayacaktır.
Dipnotlar:
[1] İşçilerin Devrimci Partisi (İDP) önderliği 1977 yılında Libya yönetimi ile görüşmelere başladı ve partinin gazetesi News Line’da, “Siyonizme, ABD emperyalizmine ve Enver Sedat’a karşı” ortak bir açıklama yayınlandı. Bunun ardından, Sunday Telegraph gazetesi, İDP’nin Libya’daki Kaddafi yönetimi tarafından finanse edildiğine ilişkin bir iddiayı ortaya attı; ayni iddia, 1983 yılında Money Programme’da ve Socialist Organizer adlı gazetelerde yinelendi. İDP’nin kısa süre sonra bütünüyle çökmesinin ardından Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK) önderliği, İDP’nin önderlerinden Mike Banda ile Cliff Slaughter’ın da desteğiyle, bu konuda bir araştırma yaptı ve partinin, 1977–1983 yılları arasında, aralarında Libya’nın da olduğu çeşitli yönetimlerden 1 milyon Paund aldığını tespit etti. Bu rapor İngiltere’deki Solidarity’de yayınlandı.



Son haberler.Spor, Finans, Kültür Sanat Magazin, Ekonomi, Dış Haberler, Politika Haberleri

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen beğendiğiniz konulara yorumlar yazarak, diğer kullanıcıların takip etmesinde yarar sağlayınız
Hürriyet gazetesi, Milliyet gazetesi, Sabah Gazetesi, Posta gazetesi, Posta gazetesi, Habertürk gazetesi, Zaman gazetesi, Vatan gazetesi, Taraf Gazetesi, Radikal gazetesi, Cumhuriyet gazetesi, Türkiye gazetesi, Akşam gazetesi, Star gazetesi, Bugün gazetesi, Takvim gazetesi,Sözcü gazetesi, Yeni Şafak gazetesi, Aydınlık gazetesi, Yeniakit gazetesi, İnternetspor gazetesi, Fanatik gazetesi, Yurt gazetesi, Dünya Gazetesi
Meteoroloji,Hava Durumu,Hava Tahmini